TUTARSIZLIKTAN ÖZGÜRLÜĞE…
TUTARSIZLIKTAN ÖZGÜRLÜĞE…
Bir zamanlar toprak ağalarını “demokrat”, sermayeyi “yatırımcı” sandık. Sandık, çünkü görmek istediklerimizi duymak istediklerimizle boyadık. Her çağın kendine has yalanları vardı ve insanlık bu yalanlara önce inandı, sonra onları kutsal metinler gibi savunacak sistemler inşa etti. Söylemler gümüş gibi parladı, ama eylemler paslı bir aynada kendini gizlemeye devam etti.
Bu, yalnızca bir düzenin değil; insanlığın özüne sinmiş çatlağın hikâyesi. İnsanoğlu, var olduğu günden bu yana kendi kendine çelme takar. Epiktetos’un dediği gibi, “İnsan, kendi yargılarının mahkûmudur.” Düşünür, yüceltir, savunur—ama sıra yaşamaya gelince duraklar. Çünkü her idealin ardında yüzleşilmemiş bir korku saklıdır. Hakikat, parlak cümlelerden çok suskun vicdanlarda gizlidir.
Platon’un mağarası hâlâ yerli yerinde durur. Gölgelere bakar, onları gerçek sanırız. Gerçeği gösterenle değil, bizi rahatlatanla yürümeyi tercih ederiz. Çünkü konfor, sorgulamanın önüne serilmiş yumuşak bir halıdır; üzerinde yürümek kolay, altını kaldırmak zordur.
Rousseau, insanın doğasında iyiliği görür; Hobbes, kötülüğü. Belki de ikisi de haklıdır, çünkü insan, hem inşa eden hem yıkan bir varlıktır. Sabah adalet isteyen, akşam başkasının hakkına sessiz kalan da odur. Bu yüzden en büyük ihanet, başkasına değil; kendi vicdanımıza edilendir.
Tarihin bize sunduğu düzenler, adalet adı altında adaletsizlik örgütledi. Kapitalizmi büyüme olarak pazarladık, emperyalizmi medeniyet diye yuttuk. Hırsı başarı sandık, tahakkümü düzen saydık. Dillerimiz barış dedi, ellerimiz duvar ördü. Sınırlar çizdik, sonra çizdiğimiz sınırlara taptık. Modernlik dedik, ama özümüzde hâlâ eski korkularla, kadim açgözlülükle yaşadık.
İnsan, çoğu zaman iki yoldan birini seçmek zorunda kalır: “Doğru olan” ile “işe yarayan.” Ne yazık ki tarih, işe yarayanı seçenlerin galibiyetleriyle doludur. Aristoteles’in erdemi, çamura bulandı. Kant’ın “insanı amaç olarak görmek” ilkesi, pazarlık masalarında unutuldu. Çünkü insan, çoğu zaman hakikati değil, faydayı sever.
Bugün de değişen pek bir şey yok. Sosyal medyada adaleti savunup özel hayatlarımızda suskunluğu seçiyoruz. Tüketimi eleştiriyoruz ama bir sonraki indirim için elimiz tetikte. Bu yalnızca bir ahlak meselesi değil, aynı zamanda bir bilinç bulanıklığıdır. İnsan, düşündüğünü yaşamadan düşünmüş sayılmaz.
Sartre der ki, “İnsan özgürlüğe mahkûmdur.” Ne büyük bir paradoks! Özgürüz ama çoğu zaman zincirlerimizi kendimiz örüyoruz. Çünkü özgürlük, düşünmeyi; düşünmek, değişmeyi; değişmek ise cesareti ister. Ve cesaret, konforun karşı kıyısındadır.
Bugün hâlâ "yatırımcı" dediğimiz sermaye, en yoksul ellerin emeğini zenginliğe dönüştürüyor. Hâlâ “demokrat” dediğimiz sistemler, çoğunluğun değil, seçkin azınlığın çıkarına çalışıyor. Hâlâ adalet dediğimiz şey, sadece güçlülerin sesiyle yankılanıyor. Ve tüm bunların ortasında, insanlık hâlâ kendi kendine göz kırparak suskunlukla ilerliyor.
Belki de tutarsızlık, insanın doğasına kazınmış bir yazgıdır. Ama bu, değişemez olduğumuz anlamına gelmez. Aksine, bu çelişkiyi fark ettiğimiz an, dönüşüm başlar. Düşünmek, ilk adımdır. Sorgulamak, ikinci. Ama en değerli olan, sorguladığını yaşamaya cesaret etmektir.
Zordur, evet!
Fakat belki de insanlık, bu zorluğu seçmediği sürece, hep kendi gölgesine mahkûm kalacaktır.
Ve insan...
Ne zaman adalet dese, önce kendini unuttu.
Ne zaman haklıyı arasa, kendi haksızlığını görmezden geldi.
İnandı, ama hep işine geleni seçti.
Savundu, ama en çok sustuğu yerden yaralandı.
Kimi zaman ışığa yürüdü, ama gölgesini de beraberinde taşıdı.
Kimi zaman “biz” dedi, ama her defasında “ben”in arkasına saklandı.
Şimdi sor kendine:
Gerçekten değişmek mi istiyoruz, yoksa sadece değişmiş gibi görünmek mi?
Kır zincirlerini artık!
Kaynak: https://strasam.org/yazar/arastirmaci-yazar-oktay-iyisarac
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.